Uluslararası kurumlarda uzun süre görev yapmış isimlerle, görev süreleri bittikten sonra konuşmak hem daha rahat hem de ufuk açıcı oluyor. Çünkü bilgilerini ve deneyimlerini çok daha açık, daha rahat dile getirebiliyorlar. Bu hafta o isimlerden biriyle, AB Komisyonu’nun eski Başkanı Jose Manuel Barroso ile konuştuk.
Barroso, 2004-2014 yıllarında AB Komisyonu Başkanı’ydı… Türkiye AB ile müzakerelere başladığında AB tarafındaki en yetkili isimdi. İki dönem başkanlık yapan Barroso -hakkını yemeyelim- Türkiye’nin adaylığıyla ilgili hep dikkatli ve pozitif bir söylem kullandı. Türkiye’nin tam üyelik sürecinin hiç kolay olmayacağını, reform adımların yetersiz olduğunu söylemekten çekinmedi, ama Türkiye ile AB arasında diyaloğun kopmaması gerektiğini de söyledi. Bugün de hâlâ aynı görüşte.
Aradan 18 yıl geçti. Ne Barroso artık o koltukta ne de Türkiye AB üyesi. Dahası ilişkilere ivme kazandırmak için hâlâ ‘yol haritası’ gibi formüller bulunuyor. O yol haritasının açıklandığı bir haftada Barroso geçmişte olmadığı kadar net, keskin şekilde “Türkiye’yi öngörülebilir gelecekte AB üyesi olarak görmüyorum” diyebiliyor. Devamında “Enerji, tarım gibi iş birliği yapılabilecek alanlara odaklanalım” dese bile, artık görevde olmamasının da rahatlığıyla, kendi ifadesiyle “karamsar ama gerçekçi” olabiliyor. Sanırım Batılı politikacıların sorunu da ‘gerçekçi’ olmak için biraz geç kalmaları ya da ‘gerçekçi’ olmak için görevden ayrılmayı beklemeleri.
İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw da ‘Güney Kıbrıs’ı AB’ye almamız hataydı’ sözünü görevden ayrıldıktan sonra söylemişti. Eskilerin deyimiyle bu sözler “Bâde Harab’ül Basra” (Basra Harab olduktan sonra) yani iş işten geçtikten sonra söyleniyor.
Jose Manuel Barroso
İki Mandela lazım
Bu yazının ilk bölümüne, geçmiş görevi sebebiyle Barroso’nun Türkiye-AB ilişkileri konusunda verdiği mesajları taşıdım ama aslında yaptığımız görüşmenin büyük bölümünü İsrail-Hamas savaşına ayırdık. Zira Avrupa Birliği, 1990’larda da 2000’lerde de ABD-Birlemiş Milletler ve Rusya ile ‘Ortadoğu Dörtlüsü’ kurmuş, bölgede ‘iki devletli çözüm’ için çabalamıştı.
Geçen on yılların sonunda, 7 Ekim ve sonrasındaki saldırılarla da görüldüğü üzere, bu konuda da bir arpa boyu yol alınamadı. Dahası Barroso’ya göre ‘durum bugün 10-20-30 yıl öncesine göre çok daha kötü.’ Barroso, küresel tüm diplomatik çabalara rağmen barışa ulaşılamamasının sebebinin ‘iki tarafın gerçekten barış istememesi’ olduğunu söylüyor. Hatta 1988’den bu yana tanıdığı İsrail Başbakanı Benyamin Nethanyahu ile geçmişte yaptığı bir görüşmede ona söylediği sözleri şöyle hatırlatıyor:
“Burada barış için iki Nelson Mandela’ya ihtiyacınız var, bir değil. Bir İsrail’de bir de Filistin’de.’ Bugün ise ‘maalesef hiç Mandela olamadı.”
Bölge halklarının kendi geleceklerini, küresel güçlerden bağımsız şekilde müzakere edebilmesi elbette çok önemli. Böylesine çetrefilli bir konuya, küresel güçlerin müdahalelerinin durumu daha karmaşık hale getirdiği de açık. Ancak burada Batı’nın yapması gereken, BM kararlarının ve uluslararası hukukun gereğini yapmaktı. BM’nin onlarca kararında İsrail’e ‘Filistin topraklarındaki işgali bitirmesi’ için çağrı yapılıyordu. Bunun için İsrail’e baskı yapılmalıydı, yapılmadı.
Barroso, ‘Geçmişteki çabaların sonuçlanmaması, AB veya ABD’nin suçu değil, taraflar barışı istemeli’ mesajı verirken bardağın sadece bir tarafını görüyor. Bugünse net şekilde ‘7 Ekim saldırılarından önce iki devletli çözüm zaten reddediliyordu. Şimdi iki devletin bir arada yaşama olasılığı çok daha zor’ diyor.
Eski Komisyon Başkanı’nın sözlerini bir kenara koyup, bugün AB’nin İsrail-Filistin çatışması ile ilgili ne yaptığına baktığımızda gördüğümüz tablo şu: 27 üyeli birlik, 49 gün süren saldırılarda defalarca toplanmasına rağmen taraflara ‘ateşkes çağrısı’ bile yapamadı. Umarız bugünün siyasetçileri, yarın bu eylemsizliklerinden pişman olmaz. Zira Basra harap olduktan sonra pişmanlık fayda etmiyor.
(*) Basra harap olduktan sonra…